Milliyet yazarı ve AİHM eski yargıcı Rıza Türmen bugünkü köşe yazısında yaşamakta olduğumuz yargı kriziyle Almanya’da Weimar Cumhuriyetinden Hitler yönetimine geçis dönemi arasında paralellik kurdu. Bunu önlemenin yolunun yargının siyasal iktidardan bağımsızlığının sağlanması olduğunu yazdı.
Rastlantı bu ya, “kamil” rumuzlu okurumuz da bugün Türkiye’deki gelişmeleri Almanya’nın o dönemine benzeten bir yorum yazmıştı. Ama olaya çok farklı bir bakış açısı getiriyordu. Bir çözülme döneminden geçmekte olduğumuzu söylüyordu. “Bu çözülmenin iktidardaki oyuncuları, kısa bir süreçte, üstlendikleri hem ‘demokrasici’ hem de ‘faşist’ rollerini aynı anda yerine getirme misyonlarında başarılı olamayacaklardır” diyordu.
Her iki yazıyı da dikkatinize sunuyoruz.
Önce “Rıza Türmen’in “Demokraside yargının önemi ve Weimar dersleri başlıklı yazısı:
Demokratik bir toplumda yargının rolü üzerinde bir anlaşma sağlayamamamız, Türk demokrasisinin kurumsallaşmasını henüz tamamlamadığını gösteriyor.
1919-1933 yılları arasında Almanya’yı yöneten Weimar Cumhuriyeti’nin anayasası üzerinde başlatılan tartışma konuya ışık tutmak bakımından yararlı olabilir.
Nazi Partisi’nin iktidara gelmesinde dönemin koşulları kuşkusuz önemli bir rol oynadı. Bir yandan I. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’nın içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılar, ardından 1930 ekonomik krizinin etkileri, siyasal istikrarsızlıklar, Weimar hükümetlerinin arkasındaki zayıf halk desteği, Nazi Partisi’ne iktidar kapısını açan etkenler.
Ancak burada sorulması gereken soru, Hitler’in iktidara gelmesi kaçınılmaz bir sonuç muydu, yoksa bu önlenebilir miydi? Bu soruyu yanıtlamak için Weimar Almanya’sında yargının oynadığı role bakmak gerekir.
Weimar Anayasası’nın 48. maddesine göre, eyaletlerin anayasanın öngördüğü yükümlülükleri yerine getirmemesi ya da kamu düzenin bozulması ya da ciddi bir tehditle karşı karşıya bulunması durumlarında, cumhurbaşkanı, kamu düzenini yeniden kurmak için kuvvet kullanmak dahil, gerekli önlemlere başvurabilir ve bireysel hak ve özgürlükleri askıya alabilir.
Weimar Cumhuriyeti’nin temel direği Prusya’nın desteğiydi. Prusya aynı zamanda Nazilerin iktidara gelmesi önündeki önemli bir engeldi. 1932’de Von Papen’in Şansölyeliği döneminde, merkezi hükümet Prusya’daki karışıklıkları bahane ederek anayasanın 48. maddesini işletti ve Prusya’da yönetime el koydu.
Prusya sorunu anayasanın 19. maddesiyle kurulan “Devlet Mahkemesi”ne götürdü. Mahkeme, Prusya’nın iddialarını reddederek 48. maddenin uygulanmasını hukuka uygun buldu. Mahkeme, kararında, Prusya’nın ileri sürdüğü, Cumhurbaşkanı’nın takdir yetkisini aştığı savını kabul etmedi. Takdir yetkisinin sınırlarının Cumhurbaşkanı tarafından çizileceğini belirtti.
Mahkemenin bu kararı Hitler’e iktidar yolunu açtı. 1933’te Hindenburg’un, Hitler’i Şansölye olarak atamasından sonra, Hitler Reichstag yangınını bahane ederek 48. maddeyi uygulamaya koydu ve anayasada yazılı hak ve özgürlükleri askıya aldı. Arkasından, meclisten geçirdiği bir yasayla hükümetin kanun yapma yetkisine sahip olmasını sağladı. Bundan da anlaşılacağı gibi, Hitler amacına salt şiddetle değil, aynı zamanda yasal yöntemleri de kullanarak ulaştı.
Nazilerin Reichstag yangınından sonra başlattıkları yargı sürecinin incelenmesi ilgi çekici olabilir. Ancak bu ayrı bir yazı konusu.
Yukarıda özetlenenlerin ışığında şu sonuçları çıkarabiliriz:
1. Weimar Cumhuriyeti’nde Anayasa Mahkemesi yoktu. Olsaydı, Prusya yönetimine el koyan hükümet kararnamesinin anayasaya aykırılığı ileri sürülebilecek, belki de kararname iptal edilecekti.
2. Mahkemede, Prusya’nın avukatlığını yapan ünlü hukukçu Hermann Heller’e göre, 48. maddedeki yetkiler, anayasanın amacına uygun bir yorumla sınırlı tutulmalı. Önemli olan demokrasinin korunması. Heller, mahkemeye, yargının demokrasinin korunmasındaki yaşamsal rolünü anlatmaya, mahkemeyi davaya bu açıdan bakmaya ve sorumluluğunu üstlenmeye yöneltmeye çalıştı. Von Papen’in Hitler ile işbirliği yaptığını söyledi. Ne var ki, mahkeme, bu davaya dar bir açıdan bakarak anayasal düzeni, demokrasiyi, hukuk devletini koruma sorumluluğunu üstlenmek istemedi. Oysa, mahkeme, 48. maddenin Prusya’da uygulanmasının hukuka aykırı olduğuna karar verebilseydi, Hitler’in iktidara gelmesi güçleşecekti.
3. Hiçbir siyasal iktidarın takdir yetkisi sınırsız olmamalı. Takdir yetkisi yargısal denetime tabi olmalı. Yargı, siyasal iktidarın takdir yetkisinin anayasal sınırlar içinde kalmasını güvence altına alabilmeli.
Weimar Cumhuriyeti’nden çıkarılacak belki en önemli ders şu:
Yargının, demokrasiyi, hukuk devletini, bireysel hak ve özgürlükleri, anayasal düzeni koruma görevini yerine getiremediği durumlarda, siyasal iktidarın otoriter bir yönetime kayma tehlikesi her zaman var. Yargının bu görevini yerine getirebilmesi ise, her şeyden önce siyasal iktidardan bağımsız olmasına bağlı.
Ve bu da “kamil” rumuzlu okurumuzun “O İHSAS-I REYSE BU NE? Başlıklı yazımıza gönderdiği yorum:
Türkiye Cumhuriyet'ten feragat ederek "demokrasi" nin öne çıkarıldığı bir periyotta bulunuyor. Bu durum, Türkiye gibi, demokratik geleneği olmayan bir ülkede çözülme getirecektir. Nitekim, görüntü böyle. Cemaatler, etniler, yani Cumhuriyette meşru görülmeyen oluşumlar, kendilerini her türlü siyasal ve ulusal bütünlüğün dışında tanımlayarak, her biri başat oyuncular olarak boy göstererek çözülmeye katkı yapacaklardır. Ancak bu dönemlerle birlikte bir çok örnekte- örneğin, Weimar'da olduğu gibi- faşizmin yükseldiği görülmüştür. Yani bu dönemler bir tür geçiş dönemleridir. Kargaşa faşizmi yükseltir. Weimar'da da, kargaşa ve çözülmeden "anayasa", "yargı" sorumlu tutulmuştu. Sonra, "koordinasyon" denilen bir yöntemle, anayasanın etrafından dönülerek, yürütme marifetiyle yasama işlevi legalleştirilmişti. Neticede, Naziler kontrolü ele almışlardı. O zaman da, Alman büyük burjuvazisi, bilindiği gibi, bütün bu faşistleşme sürecini hararetle ve yüksek bir moralle desteklemişti. O dönemin "liberal solcuları" ("sosyal demokratlar"), -ki gidişe alkış tutup, sol devrimcileri, demokrat olmamakla, darbecilikle suçluyorlardı- ilk bertaraf olanlar arasındaydılar. Evet, Cumhuriyet geleneğinin, "demokrasi" geleneğiyle yer değiştirmesi isteniyor. Tarih ve değişme konusunda biraz bilgisi olan insanlar, buna teşebbüs bile edilmemesi gerektiğini söyleyeceklerdir. Doğrudur. Bu kaotik hal, faşizmi getirecektir. "Olsun, benim faşizmim" diyenler, bir süre sonra kendi faşizmlerinin başka bir faşizm tarafından nasıl ezildiğine tanıklık edeceklerdir. Bir çöküş değil, ama bir çözülme momentinden geçmekte olduğumuz aşikâr. Bu çözülmenin iktidardaki oyuncuları, kısa bir süreçte, üstlendikleri hem "demokrasici" hem de "faşist" rollerini aynı anda yerine getirme misyonlarında başarılı olamayacaklardır. Yalnız onların "demokratik" çözülmeyi başlatmakta ve faşizmin yollarını döşemekte başarılı olduklarını kabul etmek gerekir.
Odatv.com
SL 12 RAMS Başakşehir FK - Beşiktaş
2 hafta önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yardır ama küfürsüz !